“Biz toplum olarak sabırsızız.” cümlesini herhalde hepimiz defalarca duymuşuzdur. Sıkışan trafikte sonucu belli olduğu halde korna çalmak, asansörü beklerken düğmeye ard arda basınca asansör daha çabuk gelecekmiş hissiyle hareket etmek, genel olarak kurallara uymak yerine kestirme yolları seçmek, ani parlamalar sonucu ortaya çıkan şiddetli tartışmalar gibi pek çok örnek gelecektir aklımıza. Ve bu noktada Avrupa toplumları ile kendimizi kıyasladığımızda “Yahu bu yabancılar nasıl bu kadar sakinler ve sabırlılar?” demekten kendimizi alamayız. Burada işin içine toplumların sosyolojik, siyasi ve ekonomik yapısı girmekle beraber bireylerin ve devletlerin sosyal-duygusal gelişimlerine yaptıkları yatırımları göz ardı edemeyiz.
Dolayısıyla burada akla şu soru geliyor: Sabırsız olmak genetik ya da toplumsal bir durum mu yoksa beynimiz daha sabırlı, daha hoşgörülü ve daha sakin olma yolunda eğitilebilir mi?
Son yıllarda yapılan araştırmalar beyin nöro-plastisitesinden ısrarla bahsetmekte. Nöro-plastisite beynin edindiği yeni deneyimlere uyum sağlamak için değişmesi demektir. Klasik bilgilerden bilindiği üzere beyin hücreleri çoğalamaz. Ancak plastisite özelliği ile değişim gösterebilir. Dolayısıyla genetik özelliklerimizi tabii ki göz ardı edemeyiz lakin edinilen yeni bilgi/beceri/deneyimlerle düşünme şeklimizi ve davranışlarımızı değiştirebiliriz. Yani daha sabırlı, hoşgörülü ve kontrollü olabilmek mümkünJ
Aslında günlük hayatta kullandığımız “sabırsızlık” kelimesi son dönemlerde çoğunlukla çocuklar üzerinden kullanılan “dürtüsellik” kelimesi örtüşür. Dürtüsel olmak da “tepkilerimizi ve davranışlarımızı kontrol süreçlerinden geçirmeden ve sonucunu düşünmeden eyleme geçirme halidir”. Dürtülerini kontrol edemeyen çocuklar da aynı yetişkinler gibi sabırsız davranırlar, sıralarını beklemekte zorlanırlar, yaptıkları davranışların sonucunu hesaba katmadan hareket ederler. Bu durum sosyalleşme ve akranlarına uyum sağlama yolunda önlerine engeller koyar ve dürtü kontrol edilemedikçe, sonuçları olumsuz oldukça öfke ve agresyon çıkar.
Bugünün çocuklarının yarının yetişkinleri olacağını düşünürsek, duyguları tanıma, yoğun duyguları kontrol edebilme, sakin kalabilme ve kural/sınırlara uygun davranabilme yönünde verilecek eğitimin erken yaşlardan itibaren başlamasının önemi daha çok ortaya çıkar. Bu bahsettiğimiz önleyici bir yaklaşımdır ve geleceğe yatırımdır. Yetişkinler için ise tabiî ki hiçbir zaman geç değil; zira unutmamalı ki çocuklar en çok modelleyerek öğrenirler. Bu noktada çocukların çevresindeki yetişkinlerin davranışları ve kendi yoğun/güçlü duygularını kontrol altında tutabilmeleri önemlidir.
İşte tam da burada hem yetişkinler hem de çocuklar için Sosyal Duygusal Öğrenme’nin temel 5 basamağının önemini bir daha vurgulamak faydalı olabilir. Bunlar:
Bireyin kendisi hakkındaki farkındalığı, duyguları tanımak ve bu duyguların etkilerini bilmesi, bireyin kendi güçlü yanlarını ve zayıf noktalarını tanıması, kişinin kendi benlik değeri ve becerileri hakkında kendinden memnun olması anlamına geliyor.
Kendini yönetmek ise; kişinin güçlü duygularını kontrol edebilmesini, kişisel çaba ve performansı için sorumluluk alabilmesini, değişime uyum gösterebilmesini ve yeni olanı tanımak için esnek olabilmesini içeriyor.
Karar verebilmek; başarı güdüsü, bir grubun amaçlarına uyum gösterme, gerektiğinde insiyatif alma ve iyimserliği kapsıyor.
Sosyal farkındalık en temelinde empatiyi, ardından ise “diğerlerinin” ihtiyaçlarını anlayabilmeyi, diğer kişilerin de gelişimine katkıda bulunabilmeyi, farklılıklarla bir arada yaşayabilmeyi, ilişkiler içindeki güç dengelerini görebilmeyi içeriyor.
Sosyal beceriler ise etkin ve etkili olmayı, iletişim kurabilmeyi, liderlik yapabilmeyi, değişimi eski düzene uyarlayabilmeyi, çatışma çözebilmeyi, aynı amaç için bir grup ile birlikte çalışabilme olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak sabırlı ve hoşgörülü bireyler olabilmek için beynimizi eğitebiliriz ve davranış biçimlerimizi değiştirebiliriz. Unutmayalım ki toplumsal değişimler için önce bireyler değişmelidir.
Comments are closed.